Asırlık gelenek bozulmadı balkanlar, kendi barış ve istikrarına öncelik vermek yerine, 2020 yılında da süper güçlerin mücadele ettiği bir coğrafya olma rolünü oynamaya devam etti. Doğudan Türkiye’nin, kuzey-batıdan Avrupa ‘nin doğal bir uzantısı olan balkan yarımadası, hem batılı hem de doğulu, büyük güçlerin ucuz figüranları olmaları sebebiyle fakirlik ve geri kalmışlıktan kurtulamıyor.
Uzun bir geçmişi olan balkanlardaki istikrar arayışlarının sonuncusu, AB tarafından 2013 yılında başlatıldı. AB tam üyeliği karşılığında Brüksel’de başlatılan Kosova-Sırbistan’ı uzlaştırma çabaları 2020 yılı gelip geçmesine rağmen olumlu bir sonuç vermedi. Bu başarısızlığın ortaya çıkardığı boşluk birileri tarafından hemen dolduruldu. ABD başkanı D. Trump’ın son bir yılda, AB’yi yok sayarak yürüttüğü şovdan başka bir manası olmayan diplomasi manevraları, bölgedeki sorunların çözümüne hiçbir olumlu katkı sağlamadı, hatta ihtilafları daha da derinleştirdi.
Balkanların 2 asırdan beri hasretini çektiği siyasal istikrarın nasıl inşa edileceği konusuna girmeden önce, dünyamızın son 20 yıllık siyasi tablosundaki radikal değişim ve gelişmelere kısa bir göz atmanın uygun olacağını düşünüyorum.
21. ASRA DAMGA VURACAK İKİ OLAY: SOVYETLERİN DAĞILMASI VE ÇİN’İN YÜKSELİŞİ
Berlin duvarının yıkılması ve Sovyetler Birliğinin dağılması ile soğuk savaş sona ve bir dönem kapandı. Bu sebeple ABD, dünyanın tek süper güç konumunu adeta piyango gibi kucağında buldu. Bu sonuçla, demokrasi ve global kapitalizmi temsil eden batı dünyası Sovyetler Birliğinin temsil ettiği Komünist devlet sistemi karşısında galip gelmiş ve materyalist düşünceyi esas alan Marxist-Leninist doktrin, tarihin çöplüğüne atılmış oldu.
Dünyanın hükümdarlığı gibi zor bir işi tek başına sürdürebilmenin tek yolu adil bir yönetimdir. Adaletten sapan kim olursa olsun her devlet, batmaya mahkümdür. ABD’ye hakim olan global-kapitalist-kolonyal anlayışın dünyaya adalet dağıtmak gibi bir hedefi hiç olmadı.
Gerek ülke içinde gerek dışarıda mevcut dünya düzeninin artık sürdürülemez olduğu sinyalleri geliyor. Washington beyaz sarayda yaşanan son kaotik manzaralar ABD’nin kendi iç düzenindeki derin çatlaklara işaret ediyor. ABD’nin insafsız baskıcı politikalarının en kötü yansımaları Orta Doğu İslam dünyasında görüldü. 11 eylül 2001 de, New York’ta yaşanan uğursuz terör olayını bahane eden Washington, önce Afganistan, ardından Irak’a yaptığı askeri müdahaleler ile, demokrasi yerine bölgeyi kan gölüne çevirdi. Devamında Tunus, Mısır, Suriye ve Libya’da, yönetimlerin devrilmesi ile sonuçlanan kitlesel olaylar, (Arap Baharı ) orta doğuyu yaşanmaz bir bölge haline getirdi. Can pazarına dönüşen topraklardan, hayatta kalmak için, hem karadan hem denizden yollara düşen milyonlarca mülteci, perişan bir halde Avrupa kapılarına dayandı. Doksanlı yıllarda, eski Yugoslavya’da yaşanan kanlı olayların çok daha fazlasının, İslam coğrafyasında tekrarlandığına şahit olduk ve olmaya devam ediyoruz.
ABD İslam dünyasına bu felaketleri yaşatırken, uzak doğuda özellikle Çin’de, sessiz ve derinden büyük bir değişim yaşandı. 1.3 milyarlık Devasa nufusu ile Çin 15-20 sene içinde dünya sanayi üretiminin merkezi haline geldi. Bilgisayardan ayakkabıya kadar, Dünyanın en meşhur markaları Çin’de üretim yapmak için yarışa girdi. Bu devasa ekonomik güç, başta askeri olmak üzere her alanda kendi varlığını hissettirmektedir. Dünyanın bu yeni devi, ABD’yi tek patronluk tahtından indirmiş olmanın özgüveni içinde, yeni bir süper güç olarak tarih sahnesindedir.
2000 öncesi yıllara göre dünyamızda günlük hayat, digital endüstri ve internetin yaygınlaşması ile inanılmaz bir hızda değişti, günümüzde ABD’nin karşısında, aralarında Çin, Rusya ve AB gibi farklı güçlerin amansız bir mücadele verdiği çok kutuplu bir dünya var.
GÜNÜMÜZDE BALKANLARDA AB ZAYIFLARKEN RUSYA VE ÇİN GÜÇLENİYOR
Dünyadaki tüm gelişme ve değişmelerin anında balkanlara yansıdığına dikkat çekmek isterim. 2016 yılında Hırvatistan’ın AB tam üyeliğine alınmasından sonra, hem Avrupa’nın hem de Amerika’nın balkanlara ilgisinin azalma eğilimine girdiği söylenebilir. 2016 da ABD de D. Trump’un başkan olması ile birlikte hem NATO hem de diğer uluslar arası tüm kurumlar yeni bir sorgulanma sürecinden geçiyor. Korona salgını bu sorgulanma sürecini daha da hızlandırdi. Salgınla ülkeler mecburi bir içe kapanış sürecine girdi. Üstünde 7 milyar insanın yaşadığı İhtiyar dünyamız soğuk savaştan kurtuldu ama, öyle görünüyor ki, ABD ile Çin arasındaki mücadele, soğuk savaşın yerini aldı. Dünya bu iki gücün arasında sıkışmanın çaresizliği içinde bocalıyor. Söz konusu bu iki gücün sıcak bir çatışmaya girme ihtimalini düşündükçe uykumuz kaçıyor, 3. Dünya savaşı demek olan böyle bir çatışma, insanlık için toptan yok olmak anlamına gelir. Korona salgını, başta turizm olmak üzere, dünya ekonomisini sallarken kimsenin, Balkanlara barış getirmek gibi bir işle uğraşacak ne gücü ne de zamanı kaldı.
İngiltere’nin AB’den ayrılmasının etkilerinin ne olacağı henüz öngörülememekle birlikte, birliğin güç kaybına uğradığı kesindir. Karar alma mekanizmalarının çok ağır işlediği, sayısı 28 e çıkan tam üye ülkeler arasında, konsensüs sağlanamaması sebebiyle hızlı ve zamanında karar alınamadığı ortak bir kanaattir. Karar alınamayan konulardan birisi de Balkanların ne zaman ve hangi şartlarda AB genişleme sürecine dahil edileceğidir.
2018 yılının sonlarına doğru AB, Arnavutluk Kosova Bosna ve Kuzey Makedonya’ya tam üyelik için 2025 yılını hedef göstermişti, ancak 2020 yılında bir çok ev ödevini yerine getiren hatta adını bile değiştiren Kuzey Makedonya ile müzakere süreci başlatılamadı. Brüksel’de vaat edildiği halde, aday statüsü kazanamayan Makedonya’da, AB’ye girmek için uğraşan, siyasiler güç durumda bırakıldı.
AB bu şekilde kararsız ve tutarsız davranışlar sergilerken balkanlara açtığı kredilerle, satın almalarla, ciddi alt yapı yatırımları yapan Türkiye Çin ve Rusya gibi ülkelerin etkisinin artmasından şikayet etmekten de geri kalmıyor. Rusya ve Çin gibi dünyanın bir ucundaki ülkelerin balkanlarda yayılmasını şikayet etmenin bir mantığı olabilir. Ancak beş asır bölgeyi barış ve istikrar içinde yönetme başarısı gösteren, bölgenin ayrılmaz bir parçası da olan Türkiye’nin, balkanlardaki varlığından, AB sözcülerinin hangi gerekçe ile, şikayet ettiklerini anlamak mümkün değildir. Kaldı ki Türkiye’nin bölge ile coğrafi yakınlık yanında zengin bir mirası, ve 5 asırlık tarihe dayalı bağları vardır. Rusya’nın Slav-ortodoks bağlarından bahsedebiliriz. Ancak, Çin’in ekonomi dışında balkanlarla her hangi bir ortak noktası olmadığı herkesce bilinen bir gerçektir. Kaldı ki Çin’in komünist olmasına rağmen, dünyaya ideoloji ve medeniyet ihracı gibi bir iddiası ve hesabı da yoktur. Rusya ve Çin’in bölgeye gelişine karşı çıkmanın anlaşılabilir stratejik gerekçeleri bulunabilir, ancak 70 yıldan beri NATO’nun ve Batının sadık üyesi Türkiye’nin balkanlarda milyonlarla ifade edilen sayıda soydaşı ve dindaşları ile işbirliğine engel çıkarmanın haklı hiçbir gerekçesi olamaz, kim ne derse desin Türkiye bölgede var olmaya devam edecektir.
4 milyona varan Suriyeli mağduru yıllardır doyuran ve barındıran ülkemiz Türkiye, insanlığın vicdanı olmuştur. Türkiye’nin bölgeye yaptığı insani yardımlar dikkat çekecek bir oranda artmaktadır. Son bir yılda Korona salgını sürecinde Türkiye AB’nin tamamından çok daha fazla insani ve tıbbi yardım yapmıştır. Batılıların bölgeye tepeden bakan tavırları barış ve istikrara hizmet etmez. Gerçekten barış ve istikrardan yana olan herkes, bölgenin alt yapısına, ticaretine katkı yapanlara, kim olursa olsun engel çıkarmamalı, aksine destek olmalıdır.
Balkan coğrafyasında yaşayan sade vatandaşlar, kavga ve savaştan bıktı, fakirlik ve göçlerin etkisi gibi sebeplerden olsa gerek, bölge ciddi bir nufüs azalması problemi karşı karşıyadır. Dünyanın gelişmişlik listesine kısa bir göz atarsanız, Avrupa’nın en fakir bölgesi balkanlardır. Sokaktaki vatandaş, doğup büyüdüğü öz vatanında, geçinemediği için, dünyanın dört bir köşesine artık gurbetçi olarak gitmek istemiyor. İnsanlara vatanında geçinebilecek şartları ve belli bir refah seviyesini temin etmek bölge istikrarı için tek çıkar yoldur. Bunun için, kim getirirse getirsin, kaynak getiren tüm ülkelere ve şirketlere bölgede yatırım imkanları sunmak gerekir
YUGOSLAVYA’DA KAVGANIN SEBEBİ: PAYLAŞILAMAYAN MİRAS
Birinci dünya savaşının galiplerinin (İngiltere, Fransa ) kurduğu ilk Yugoslavya; Belgrad merkezli olup, Sırp krallığının genişletilmesi ile ortaya çıktı. Bu devletin ilk adı SIRP-HIRVAT-SLOVEN krallığı ve başkenti Belgrad idi. Devletin kontrolü başından beri Sırplarda idi, kısa bir zaman sonra Sırp Kral Aleksander, tüm yetkileri eline alarak parlamenter monarşiyi otoriter, merkezi yapıya dönüştürdü. Devletin adını, YUGOSLAVYA KRALLIĞI yaptı. İkinci dünya savaşı sonrası aynı galip güçler (İngiltere, ABD, SSCB ) krallık rejiminin yerine NAZİ güçleri karşısında başarılı bir antifaşist direniş gösteren ve sonunda işgalcileri yenen TiTO’ liderliğinde, sosyalist bir yapının oluşmasını desteklediler. Yeni devletin Başkenti de Belgrad olarak kaldı. Ülkenin anayasasında, ilhamını Sosyalizmden alan BİRLİK-KARDEŞLİK adı ile anılan, milletlerin eşitliğine (!) dayanan bir doktrin yazılı olmasına rağmen, Krallık rejiminde olduğu gibi, Sosyalist Yugoslavya’da da Sırp ulusu devlet nezdindeki imtiyazları elde tutmaya devam etti.
Sırp milleti hem krallık Yugoslavya’sını hem de Sosyalist Yugoslavya’yı kendilerine ait bir ulus devlet gibi gördüler ve sahiplendiler. Ordu, emniyet, diplomasi gibi kadrolar ve yetkilerin kullanımı, Sırp olmayan milletlere kapalı tutuldu. Ekonomiye istekleri doğrultusunda yön verdiler. Başkent Belgrad baştan sona imar edildi. Hırvat ve Boşnak kimlikleri yok sayıldı, SANU’nun kayıtlarına göre Hırvatlar da Boşnaklar da Sırptır. (Konvertit ) Zaman içinde, Ortodoksluktan ayrılarak, Hırvatlar Katolikliğe, Boşnaklar ise İslam dinine girerek, dedelerinin dinini terk ederek sapıtmışlardır. Bu söylem; Sırp olmayan diğer milletleri resmen bir ötekileştirme demektir. Eski Yugoslavya coğrafyasında Sırplarla diğer milletler arasındakİ düşmanlık duyguları okul kitapları ve edebiyatta yer alan bu ve benzeri söylemlerle beslenmiş hatta hala da beslenmektedir. ( Drina Köprüsü romanı şeytanlaştırmanın tipik bir örneğidir.)
Farklı dilleri olan Arnavutları Sırp saymak mümkün olamamış, onlar da yok sayılmış ve devletin hiçbir kademesinde yer alamamıştır. Hak arayanlar baskı ile sindirildi.
Boşnak milli kimliğinin yok sayılması sonucunda Boşnaklar, siyasi ve kültürel ve hatta temel insan haklarından mahrum bir şekilde yaşamak zorunda kaldılar. Uzun yıllar bu şekilde yaşamaya devam eden Boşnaklar bu durumu kanıksamışlar yani normal görür hale gelmişlerdi. Günlük hayatın bir parçası halini almış bu baskılara dayanamayan yüklü sayıda Boşnak nüfus, çareyi Anadolu’ya göç etmekte buldu.
Avrupa ve Vatikan destekli Hırvatlar ise Boşnaklar kadar çaresiz değildi, inatla direndiler bir çok haklarını söke söke aldılar, Hırvat milli kimliklerini korudular, dini ve kültürel hayatlarını canlı tuttular. Ancak bağımsız bir devlet olmak için yeterli şartlar o yıllarda mevcut değildi. Bunun için doksanlı yılları sabırla beklediler. 1991 yılında da asırlardır bekledikleri bağımsız Hırvatistan devletine kavuştular.
BALKANLARA BARIŞ NASIL GETİRİLİR ?
Yirminci asırda yaşananlar göstermiştir ki Balkan milletleri etnik-dini kışkırtmalara kolayca kanmakta ve devamında savaş baronlarının tuzağına düşmektedir. Bir asır gibi bir zaman diliminde iki dünya savaşı ile yaşanan kanlı olaylar doksanlı yıllarda bir kere daha tekrarlandı. Batı dünyası yeterli gücü ve BM üzerinden uluslar arası otorite ve yetkisi olduğu halde Belgrad’dan idare edilen ve Bosna’yı hedefine koyan savaş makinasını durdurmak amacıyla, basın açıklamaları dışında ciddi hiçbir şey yapmadı.
Batı dünyasının üzerinde ittifak etmesi gereken temel prensip belli idi. O da; savaş karşıtlığı ve demokrasi ve demokrasiden başka bir şey değildi. Ama ne yazık ki ne BM’de ne de AB’de barışa sahip çıkacak ittifak oluşamadı. Avrupa’nın ezeli iki düşmanı Almanlarla Fransızların 2. Dünya savaşı sonrası kararlılıkla becerdiği barış-uzlaşma örneği önümüzde dururken Batı aleminin bu aymazlığını anlamak mümkün değildir. Hatta, komşu Çekoslovakya’nın kavgasız ayrılışı ne kadar tazeve iyi bir örnekti. Çekler ve Slovaklar ayrılışı şampanya patlatarak kutlarken; S. Miloşeviç ve F. Tudman; yüz binlerce genç insanı, cephelere ölüme yolladılar, milyonları mülteciliğe mahküm ettiler.
BM ve batı dünyası, savaşa karşı ittifak oluşturamayınca saldırı için fırsat kollayan S. Miloşeviç’in savaş makinası meydanı boş buldu ve 2. Dünya savaşından sonra ilk toplu cinayet olan SREBRENİCA BOŞNAK SOYKIRIMI yaşandı.
DOKSANLARDA YUGOSLAVYA’DA YAŞANANLARI NASIL ANLAYALIM?…
ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ Mİ ?… DEVLETE İSYAN MI ?…
Balkanlarda sınırlar hep savaşlarla değişti. Ancak Berlin duvarı yıkılıp Sovyetler dağılınca Yugoslavya’nın içindeki milli unsurlar YUGOSLAVYA‘NIN DEVLET MİRASINI paylaşmak üzere BM ve AB gözetiminde 6 federal devlet temsilcisi müzakere masasına oturtuldu. Yugoslavya devletinin birliğini bütünlüğünü savunma söylemi arkasına saklanan Miloşeviç, devlet mirasından kaynaklanan imtiyazları diğer federal devletlerle paylaşmak istemiyordu. Hırvatistan Bosna-Hersek ve diğerleri ise, Yugoslavya çatı devletinin meşruiyetini kaybettiğine inanıyordu. Aslında, çatısını Tito Churchill ve Stalin’in oluşturduğu tek partili otoriter Yugoslavya devlet düzeninin çok partili demokrasiye dönüşmeden yaşama şansı kalmamıştı. Avrupa’nın birçok şehrinde, aylar süren müzakereler olumlu hiç bir sonuç vermedi. Bosna ve Hırvatistan bağımsızlık kararından geri adım atmazken, Belgrad rejimi ise, Sırp nüfusun yaşadığı her toprak parçası Sırbistan devletine aittir tezini savunmaya devam etti. Hala da ediyor. Bu saydığım argümanlara göre kimin özgürlük mücadelesi verdiğini kimin isyancı olduğunu tarihin ve okuyucularımın takdirine bırakıyorum.
BM ve Avrupa birliği bu merhalede tarafları anlaşmaları konusunda zorlamayarak asrın son büyük hatasını işledi. Savaşı durdurmanın tek çaresi, gerekirse silah gücü ile, barışı dayatmaktı. BM ve Avrupa’nın barışı dayatma konusunda, hiçbir yaptırım uygulamamasının nasıl bir zaaf olduğu yüz binlerin hayatını kaybetmesi sonunda anlaşıldı. Bundan sonra sıra savaş bahanesiyle Bosna topraklarını insanları ile birlikte aralarında paylaşmaya gelmişti. Irkçı seçmenleri gözünde kahraman olmak için, toprak işgali peşinde koşan Sırbistan ve Hırvatistan’ın faşist devlet başkanları kanlı senaryolarını uygulamaya koydular. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı, yanlış hesap bu sefer Bağdattan değil de Bosna’dan döndü.
Gizli ve kirli paylaşım senaryosu yiğitçe sürpriz bir direniş gösteren A. İzetbegoviç liderliğindeki vatansever Boşnaklar tarafından paramparça edildi. Ciddi sivil kayıp ve ambargo gibi zorluklara rağmen 44 ay süren direniş sonunda, bağımsız Bosna-Hersek varlığını sürdürmeyi başardı. Uzun yıllar tek devlet çatısı altında yaşayan Çekler ve Slovaklar şampanya patlatarak Çekoslovakya’yı kansız ve kavgasız bir şekilde paylaşmayı başarırken, Yugoslavya ise S. Miloşeviç ve F.Tudman isimli iki faşist savaş baronu yüzünden kan gölüne döndü.
Dünyada barışı koruma yetkisine ve maddi gücüne sahip BM ve Avrupa’nın dağılan Yugoslavya’da barışı koruma konusundaki aczinin en büyük kurbanı Bosna ve Boşnaklar olmuştur. İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDAN SONRA AVRUPA’DA YAŞANAN VE MAHKUM OLAN İLK VE TEK SOYKIRIM SREBRENİCA BOŞNAK SOYKIRIMI OLMUŞTUR. Yugoslav halk ordusunu elinde tutan Sırplar, YUGOSLAVYA DEVLET MİRASINA tek başına sahip olmak uğruna, ağır silahlarla yüz binlerce genci cepheye sürmekten, sivillere soykırım yapmaktan ve milyonları sürgün etmekten çekinmemiştir.
Miloşeviç yönetimindeki Belgrad rejimi dağılma sürecinin başında, Yogoslavya’nın tamamını sahiplenmek istedi, ancak gücü yetmeyeceğinin farkına vardı, Slovenya ve Makedonya konusunda mecburen geri adım attı. Bu sebepten buralarda fazla kanlı çatışma yaşanmadı. Ancak Bosna ve Kosova; Slovenya ve Makedonya kadar şanslı değildi. Miloşeviç; Hırvatistan’da çoğunluk nufusun Sırp olduğu Krajina bölgesini, Kosova ve Bosna’yı ne pahasına olursa olsun Büyük Sırbistan’ın bir parçası olarak idaresi altında tutmaya kararlı idi. Adı geçen topraklarda Sırp devleti dışında bölgesel de olsa hiçbir otoriteye yer yoktu.
Belgrad merkezli medya ve Sırp kamuoyu Miloşeviç’e tam destek veriyordu. Devamında 44 ay boyunca Bosna’nın maruz kaldığı saldırı ve kanlı olaylar dünyanın gündeminden hiç düşmedi.
25 YIL SONRA DAYTON BARIŞ ANLAŞMASI VE SREBRENİCA’DAN ALINACAK DERS
2020 Yılı, hem Dayton barış anlaşmasının, hem de Srebrenica Boşnak soykırımının 25. Yıldönümü idi. Geçen 25 yıl, bölge için tarihi önemi büyük bu iki olay hakkında, yeni değerlendirmeler yapma imkanı verdi. Dayton anlaşmasından birkaç ay öncesi ile ilgili kısa bir hatırlatma yapalım. 1995 yılı, eski Yugoslavya coğrafyasında çatışmaların yoğunlaştığı bir dönemdi. Hırvatistan ordusu Sırp işgali altındaki doğu bölgesinde önemli askeri başarılar kazandılar. Aynı günlerde Bosna ordusu da bir çok şehri 3.5 yıl süren Sırp işgalinden kurtararak peş peşe zafer ilan ediyordu. Ancak 95 yılının temmuz ayında 92 yılından beri kuşatma altındaki Srebrenica’ya karşı bir harekat başlattı. Belgrad destekli Sırp güçleri Srebrenica’ya tam bir bir felaket yaşattı. BM’nin güvenli bölge ilan ettiği 6 şehirden biri olan Srebrenica’yı korumakla görevli Hollanda askerlerinin ihaneti sonunda şehir Sırpların eline teslim edildi. Gözlerini kan bürümüş, Belgrad destekli Sırp çeteleri 11 temmuz ile 20 temmuz arasında 8 binden fazla, 16-65 yaş arasındaki Boşnak erkeğini soykırıma tabi tutarak iş makinaları marifetiyle toplu mezarlara doldurdular. Ancak bu felaket Boşnak milletinin medya alanındaki zayıflığı sebebiyle dünya kamuoyu gündemine getirilemedi, yeterince anlatılamadı. Belgrad rejimi bu korkunç olayın gizlenmesi amacıyla bölgeye tüm girişlere yadsak getirdi. Ne yazık ki Boşnakların haklarını uluslar arası platformlarda savunacak güçlü bir müttefiklerinin olmaması bu mağduriyetin yaşanmasına sebep oldu. Türkiye, Karabağ örneğinde şahit olduğumuz gibi, o zaman güçlü olsaydı, bu soykırım yaşanmazdı.
Bu şartlar altında ABD’nin baskıları ile Dayton müzakere masası kuruldu. Ohio eyaletinin Dayton şehrindeki askeri üs’te 21 gün kapalı kapılar ardında süren müzakere maratonundan Bosna’daki savaşı durduran anlaşma imza edildi.
1992 yılında referandumdan eşit vatandaşlığa dayalı üniter bir yapıyla bağımsızlığını ilan eden Bosna-Hersek Cumhuriyeti bu yapıdan taviz verme mecburiyetinde kaldı. Etnik temele dayalı karma karışık bir devlet yapısına razı edildi. Aliya İzetbegoviç bu anlaşmayı alternatifi olmayan adaletsiz bir barış olarak tarif eder. Miloşeviç, askeri mağlubiyetini diplomatik manevralarla kapatmayı başardı. Bosna devletinin içine parazit bir böcek gibi sözde bir Sırp devleti yuvalandı. Hatta o günlerin Belgrad gazetelerinin manşetlerini incelerseniz, Miloşeviç’in Bosna-Hersek devleti içine yerleştirmeyi başardığı soykırım sabıkalı Sırp Cumhuriyetinin, Sırp milletinin büyük bir zaferi olarak takdim edildiğini görürüz. Daha doğru bir ifade ile Belgrad destekli Sırpların yaptıkları soykırım ve milyonlara varan sürgünler yok sayılmış cellatlar mükafatlandırılmıştır. Dayton müzakere masasına Srebrenica Soykırımı getirilebilseydi Bosna- hersek içinde yer alan geniş yetkilere sahip Bosna Sırp yönetiminin varlığı mümkün olmazdı.
ABD ve Avrupa’nın Dayton’daki bu tutumundan cesaret alan Miloşeviç benzer bir uygulamayı birkaç yıl sonra Kosova’da tekrarlamak üzere iken NATO hava müdahelesi ile durduruldu. Belgrad şehri ve Sırbistan ordusunun önemli kışlaları bombalanınca Miloşeviç asker ve polisini Kosova’dan çekmek zorunda kaldı. Neticesinde 1244 sayılı BM Güvenlik konseyi kararına razı olarak teslim oldu. Bu sonuç onun hem iktidarının hem de hayatının sonu oldu.
SONUÇ: BALKAN BARIŞINDA TÜM YOLLAR BELGRAD’DAN GEÇER
Yazımızın başlığında resimleri yer alan aktif olarak görevde olan balkan ülke liderlerinin halen uyguladıkları politikaları yorumlamak ve değerlendirmek için yakın tarihte yaşananları kısaltarak özetlemeye çalıştım, ama makalemin gene de çok uzadığının farkındayım. 2020 Yılında bölgedeki bir çok ülkede seçimler yapıldı. En kayda değer değişim Balkanların en küçük devleti Karadağ’da gerçekleşti. 2000 li yıllardan beri iktidarını sürdüren mevcut cumhurbaşkanı Milo DUKANOVİÇ parlamentoda çoğunluk sağlayamadı. Belgrad yanlısı yeni hükümet, AB ve NATO ekseninde oluşmuş dış politikada neleri değiştirebilecek ?… merakla bekleniyor.
1918 den beri Sırp dünyasını, tek bir devlet çatısı aylında birleştirmeye hedefleyen politikalar, Belgrad’da iktidara gelen tüm hukümetlerin programının esasını oluşturmuştur. Doksanlardan bu tarafa Belgrad’ın Bosna ve Kosova konusundaki tüm hamlelerinde bu politikaların izleri vardır. Bağımsız Bosna-Hersek’i dağıtmak, Kosova’yı Belgrad’a bağlı bir bölge haline getirmek, Karadağ ile yeniden bütünleşmek Sırbistan dış politikasının vazgeçilmez temelleridir. Sırbistan’da her 3 seçmenden ikisinin desteğine sahip olan bu politikaları savunmayan herhangi bir siyasi partinin iktidara gelme şansı yoktur. Bosna ve Kosova’yı kendi toprağı sayan bir Sırbistan ile yan yana barış içinde yaşamanın imkansızlığı ortaya çıkar. 2013 de Brüksel’de, 2020 de Washington’da yapılan anlaşmaların ne kadar anlamsız olduğu gün gibi ortada duruyor.
DÜNYA NE KADAR DEĞİŞİRSE DEĞİŞSİN BALKANLARDA HİÇ BİR ŞEY DEĞİŞMİYOR
Bir zamanlar tek devlet olan Yugoslavya’dan bir sürü bağımsız devlet çıkmışken değişim yok demek mümkün mü? Evet mümkün. Aşağıda gördüğünüz Eski Yugoslavya haritasının federal devlet sınırları 1943 yılında çizildi. Yüz binlerin ölümü ile sonuçlanan felaket denecek olaylara rağmen, sınırların tek bir noktası dahi değişmedi. Eskiden federal diye anılan devletlerin statüsü bağımsız oldu. Bosna hariç hepsinin bayrakları bile aynı kaldı sayılabilir.
- O zaman bu kadar kan niye aktı?…
- milyonlar niye evsiz kaldı?…
- kim kazandı ?…
- kim kaybetti?…
Eski Yugoslavya kağıt üzerinde Komünist bir rejimle anılıyor idi ise de, Sırp ve Hırvat ırkçılığı hiç azalmadı, aksine sözde komünist devlet baskısının, ırkçı faşist eğilimleri daha da güçlü hale getirdiği inkar edilemez bir gerçektir. Bu saldırgan iki ırkçılığın geleneksel kurbanı daima Boşnaklar olmuştur. S. Miloşeviç’in başkan olduğu Sırbistan komünist partisi adını sosyalist parti yaptığını hatırlayalım.
Miloşeviç’in devraldığı sonrasına devrettiği yayılmacı ırkçı-dinci ideolojiye dayanan Sırp devleti, günümüzde C. Başkanı Aleksander Vuçiç tarafından daha da güçlü bir şekilde temsil ediliyor. Bir taraftan AB ile tam müzakereler yürüten Belgrad yönetiminin, aynı anda NATO’ya karşı düşmanca tavırlar sergilemesini anlamak mümkün değildir. Rusya’yla Slav-Ortodoks kardeşliği Belgard’ın asla vazgeçmeyeceği geleneksel politikasıdır.
Bir asırdır yayılmacı hedeflerinden vazgeçmeyen ırkçı-dinci Sırp devleti kesin bir mağlubiyete uğratılmadıkça balkanlara barış asla gelmeyecektir. Bunun için de ABD, AB VE BULUNACAK YENİ MÜTTEFİKLER BİRLİKTE KARARLI BİR ŞEKİLDE HAREKET ETMELİDİR.
25 OCAK 2021 DAVUT NURİLER
www.davutnuriler.com
Son Yorumlar