Davut Nuriler Web Sitesi

ABD İLE RUSYA’NIN BALKAN DÜELLOSU

16 Ocak 2018 Salı günü Kosova’nın Mitrovica şehrinden gelen cinayet haberi Balkanları endişe ve korkuya sevk etti. Dikkatleri yeniden bölgeye çekti. Son yıllardaki barışçı söylemleri ile tanınan Kosova’lı Sırp politikacı, Oliver İvanoviç’in planlı olduğu anlaşılan bir cinayete kurban gitmesi, 2018 yılının balkanlarda yeni gerginliklere ve olaylara gebe olduğuna işaret ediyor. Olay sonrası medyada  yazılanlar doğru ise, bu cinayetin katillerinin ve  azmettirici gücünün, kısa zamanda ortaya çıkarılması beklenmiyor.  Karadağ’ın   maceralı ve korku filmi gibi süreç sonunda NATO’ ya girişi , Makedonya’da yıllar sonra gerçekleşen olaylı iktidar değişimi, Balkanlarda pamuk ipliğine bağlı istikrarın önündeki tehditlerin arttığını düşündürüyor. Başlığın üstündeki Fotoğrafta, ABD Başkanı Trump’ın Yardımcısı Mike Pence’i, ev sahibi Karadağ başbakanı ile birlikte merasim bölüğü önünde karşılanışını görüyorsunuz. Bu fotoğrafta Rusya’ya Karadağ bize ait , balkanlarda NATO  genişlemeye devam edecek mesajı verilmektedir.

AB’de BREXİT, ABD’de ise TRUMP’ın iktidara gelişi sonrası yaşananlar sebebiyle,  hatta daha da öncesinde  batının, balkanlarda hedefe ulaşamamaları sebebiyle olsa gerek, ilgileri iyice azalmıştı. ABD merkezli Atlantic Council adlı düşünce kuruluşunun,  BALKANS FORWARD “A New US Strategy for  the Region” ismi altında yayınladığı rapor ile, ABD’nin bölgede yeniden aktif rol oynamaya hazırlandığı anlaşılıyor.  Şu anda ABD kongre üyesi olan Michael R. Turner’in Bosna-Hersek’te  çatışmalara son veren Dayton anlaşmasının yenilenmesi için yaptığı çağrı,  ABD’nin bölge ile ilgili yeni bir çalışma içinde olduğunu doğrular mahiyette idi.  1995 yılında, Dayton barış görüşmelerine ev sahipliği yapan şehrin, o yıllardaki  belediye başkanı,  şimdinin kongre üyesi, M. Turner’in bu çağrısı, bölgedeki siyasi aktörleri harekete geçirdi. Bosna-Hersek Sırp yönetimi lideri Milorad Dodik, “Dayton anlaşmasının değişmesi söz konusu değil, DAYTON 2 diye bir anlaşmanın gündeme gelmesine bile  razı olmayacağız”  anlamına gelecek demeçler verdi.

Yakın tarihte yaşananların  bize balkanlarla ilgili  öğrettiği acı bir gerçeği bir kere daha hatırlamakta fayda var, bölge;  yıllardan beri süper güçlerin mücadele alanı olduğudur. Taraflar zaman zaman cephe  değiştirseler de, günümüzde mücadele, batı ile Rusya arasında cereyan ediyor. Bu mücadeleye yol açan en önemli aktörün ise, Sırbistan olduğu söylenebilir. Belgrad yönetimleri, batı karşısında ellerini güçlendirmek amacıyla olsa gerek,  Rusya ile dostluğa  sıkı sıkıya sarıldıklarına  işaret etmek isterim.

Miloşeviç rejimin devrildiği 2000 li yıllardan sonra, AB tam üyeliğini, dış siyasetinin merkezine koyan Belgrad, diğer taraftan da Rusya ile başta ambargo olmak üzere, bir çok konuda, Brüksel ve Washington’a ters düşen uygulamalara ısrarla devam ediyor. Hatta  AB üyesi diğer tüm üye ülkelerin savunma  politikası ile taban tabana zıd bir NATO politikası ilan etmekten de çekinmiyor. Belgrad’ın NATO üyesi olmayı reddeden bir dış politika tezini, açıkça  deklere  etmesinden bahsediyoruz.  Sırbistan’ın, NATO ve Rusya politikalarının, AB tam üyelik görüşmeleri süreci ile nasıl uyum sağlayacağı, ciddi bir merak konusudur. Yazımızın başlığına bu sebeple düello adını verdik. Batı ile Rusya arasında sadece balkanlarda değil, mesela Ukrayna gibi başka bölgelerde de kıyasıya bir mücadele var. Belgrad, Brüksel’le bütünleşmek için Moskova’dan vazgeçecek mi? Veya, aksine Belgrad; Moskova ile Brüksel arasında bir tercihe zorlanırsa nasıl bir karar alacak?…. AB’nin kendi temel politikalarına ters  görüşlere sahip olduğunu bile  bile,  Sırbistan’ı adaylığa kabul etmesi ve üyelik müzakerelerine devam etmesi anlaşılması kolay bir durum değildir. AB’nin bu kararı, Sırbistan’ın sahip olduğu jeopolitik konumu ile izah edilebilir mi?

2013 yılında AB aday üyeliğine kabul edilen Sırbistan’la yapılan görüşmelerde en büyük ihtilaf konusunun, Kosova olduğunu hatırlatarak devam edelim. AB üyesi tüm büyük devletlerin (bir kaçı hariç) tanıdığı Bağımsız Kosova devletini  her fırsatta tanımayacağını açıklayan, hatta Kosova’yı tanıyan devletlerle  arasına mesafe koyduğunu bildiğimiz  Sırbistan’ın, bu tezler ile AB tam üyeliği yolunda nereye varacağı merak konusudur.

Sırbistan’ın süper güçlerle ilgili  bu politikalarını nasıl okumalıyız?…Bu soruyu genişleterek şu şekilde sormak daha isabetli olur diye düşünüyorum: Sırbistan’ın bu çelişkili, hatta tutarsız politikaları Balkanları nasıl etkiler? Bu sorunun cevabını ararken, yakın tarihe, 1940 lı yıllara, dönemin Yugoslavya Krallığının dış politika uygulamalarına  bakarak açıklamaya çalışalım.  İkinci dünya savaşının fırtınalı ilk yıllarında Yugoslavya yönetimleri Almanya ve İngiltere arasında tercih yaparken her iki tarafa da seninleyim sözü  vererek  çelişki dolu bir mavi boncuk politikası izlemiştir.  2. Dünya savaşının kaotik ortamında, 1941 Martında, İngiltere’nin yönlendirdiği bir  darbe sonucunda, Almanya yanlısı hükümet devrilmişti. Hitler; İngiltere’nin  bu hamlesine, Yugoslavya’ya  NAZİ ordusunu göndererek, ülkenin tamamını, 10 gün gibi kısa bir sürede, baştan sona işgal ederek cevap vermiştir. Bu işgal sonunda Yugoslavya, 1945 yılının ekim ayına kadar, Almanya safında yer almak zorunda kalmıştır.  Yazımın başlığını oluşturan düello, o yıllarda Berlin’le Londra arasında cereyan etmiş idi. O yılların Yugoslavya hükümetlerinin dik duramayan, kararsız-tutarsız tutumu bölgenin kan gölüne dönmesine imkan sağlamıştı. Süper güçlerin savaş meydanına dönüşen o zamanın Yugoslavya’sında, her çeşit korumadan mahrum  Müslüman Türkler ve akraba topluluklar büyük felaketlerle ( soykırım, sürgün vs.) yüz yüze kalmışlardı.

O zamanın Yugoslavya’sında, yani 77 Yıl önce yaşananlarla bugünler arasında paralellik kurmanın ne kadar mümkün olduğu tartışılabilir. O günlerin süper güçleri Almanya ve İngiltere’nin rollerini,  bugün kimin oynadığına, birebir uymasa da, benzerlik kurmak mümkündür. Rusya ve Batı dünyasının ( ABD ve müttefiki AB ) başrol oyuncuları olduğu gerçeği ile yüz yüzeyiz. Ancak bugünün mücadelesi, bu iki başrol oyuncusu arasındaki çatışmadan ibaret değil. Adı geçen baş rol oyuncularının yanında, dikkate alınması gereken  diğer siyasi aktörleri saymazsak konu anlaşılmaz duruma düşer. Bu oyuncular  arasında ,  bölge ile güçlü tarihi ve coğrafi  bağları sebebiyle Ortadoğu’da olduğu gibi, Balkanlarda da varlığı derin bir şekilde hissedilen Türkiye’nin sayılması gerekir.  Hatta Çin Japonya ve Kore gibi uzak ülkelerin bile, bölgede ticari faaliyetleri göz ardı edilemeyecek bir seviyededir. BM genel kurulunda gerçekleşen son KUDÜS oylamasında aralarında İngiltere ve Franasa’nın da yer aldığı 128 ülkenin desteğini amayı başaran Türkiye’yi yok saymak mümkün değildir. Bu hamlesi ile Türkiye etkisini, bölgesel seviyenin üstüne çıkarak, başka bir deyişle sınıf atlayarak, evrenselleşmiştir. Son 15 yılda ekonomiden siyasete gücünü iyiden iyiye arttıran  Türkiye’nin,  bu gücünü  Balkanlara yansıtması mümkün mü? Şimdi bu sorusunun cevabını arayalım.

BALKANLARDA   İSTİKRAR   SAĞLANABİLİR  Mİ ?

İki kutuplu dünya düzeninin dağılması ile yaşanan olaylar gösterdi ki mevcut yapısı ile, gerek BM gerekse Avrupa Birliği, tüm dünyada olduğu gibi balkanlarda da istikrar sağlama konusunda tamamen yetersiz kalmıştır. Batı dünyası göstermelik  barış ve demokrasi  söylemleri altında kendi çıkarlarını savunmuş, hiçbir zaman gerçek bir barış taraftarı olmamıştır.  Son yıllarda, Irak ve Suriye’de yaşanan felaketler batılıların barışı savunma konusundaki iki yüzlü tavırlarını bir kere daha gün yüzüne çıkarmıştır.  Türkiye’nin Suriye’de gerek barışın sağlanması konusunda, gerek Suriye’li mültecilere karşı gösterdiği olağanüstü insani çabaların, batılılar tarafından nasıl görmezden gelindiğini,  hatta Türkiye’yi nasıl yapayalnız bıraktıklarını üzüntü ve ibretle seyrediyoruz.  ülkemizi işgal ve parçalama amacı taşıyan 15 temmuz darbe girişiminin batılı medya kuruluşları tarafından nasıl çarpıtıldığını unutmadık.  Her fırsatta ülkemizin demokrasisini beğenmeyen Avrupa’nın, 15 temmuz darbecilerine  kol kanat gererek koruması, onların çirkin yüzünü bir kere daha ortaya çıkardı.

Türkiye;  İstanbul’un da içinde yer aldığı  balkanlarda barış ve istikrara şiddetle ihtiyaç duyan ve bunun için yoğun çaba gösteren bir ülkedir. Buna karşılık NATO ve Rusya’nın balkanlara bakışının Türkiye ile aynı olmadığını görüyoruz. Rusya ile aralarında devam eden mücadelenin, barışı sağlamaktan ziyade bölgede nüfuzlarını artırmaya yönelik olduğu açıkça görülebilir. Yazımızın başındaki Fotoğrafta kapağı bulunan balkan raporu dikkatli incelenirse ABD,  Rusya’nın Balkanlarda artan etkisini azaltmak amacıyla yeni bir hamle hazırladığı net bir şekilde görülebilir.. Bu hazırlığın Balkanlardaki  istikrara fayda mı zarar mı getireceği şüphelidir. Biz biliyoruz ki Super güçler çatışmalarını kendi kadroları yerine,  bölgede angaje ettikleri aktörler üzerinden yapar. Zaten bölgedeki  milletlerin geleneksel düşmanlıkları asırlara dayanır. Ancak iktidarlarını sürdürmek için gerilim politikalarını kullanan  yönetimlerin altında, savaştan bıkmış huzur içinde yaşamak isteyen her ırk ve dinden sokaktaki geniş halk kitleleri bu gelişmeleri kaygı ile takip ediyor. Doğduğu topraklarda iş bulamayan genç, meslek sahibi yetenekli kadrolar geleceklerini komşu AB ülkelerine göç ederek arıyor. Barış yanlısı, savaş karşıtı herkes gibi bu gelişmeler  Türkiye’yi ve Türkiye’de yaşayan sayılara milyonlara varan balkan kökenlileri de üzüyor, endişelendiriyor.

Batı dünyasının sergilediği tüm bu olumsuzluklara  ve zorluklara,  rağmen balkanlarda barış ve istikrarın sağlanması, imkansız değildir.  İstikrarsız bir balkanları Avrupa’nın da istemediğini biliyoruz. Sokaktaki sade vatandaş, savaş ve kandan yorgun düşmüş, bıkmıştır. Barış ve istikrarı tesis etmek için  sihirli formüller aramaya gerek yok. 1995 yılında imzalanan Dayton anlaşmasından sonra, BM şemsiyesi altında kurulmuş  ve adı PEACE  İMPLEMENTATİON COUNCİL, Barış Uygulama Konseyini, yani var olan bu uluslar arası mekanizmayı harekete geçirmeyi denemek, en akılcı yoldur. Bosna’daki kanlı savaştan sonra tüm ülkelerin verdiği destekle bir sürü eksiği de olsa,  bir barış ortamı sağlanmıştı. O yıllardan bu tarafa bir sürü değişim ve yeni gelişmeler yaşandı.  Bosna’da yaşanan kanlı olaylarla  ilgili,  Uluslar arası Lahey Savaş suçları mahkemesi ve Lahey Adalet Divanı  yeni hukuki kararlar aldı. Soykırım suçluları adaletin önüne çıkarılarak müebbet hapse varan bir sürü cezalar aldı. Uluslar arası hukuka dayanan bu kararlar, Dayton anlaşmasının yanlışlarını, eksiklerinin ortaya döktü. Sırpların en sadık müttefiki Rusya bile soykırımcıları savunmadığını alenen ilan ihtıyacı duydu.

Türkiye’nin öncülüğünde Barış Uygulama konseyi yönetimindeki 15 ülkenin desteği ile, yeni bir BALKANLARI KALKINDIRMA PLANI hazırlanmalıdır. 5 asır bölgeyi barış içinde yaşatma ve idare etme becerisi gösteren Osmanlı’nın mirascısı Türkiye, bu plana öncülük  yapabilecek bir ülkedir.  AB’nin 2018 yılında bölge ile ilgili genişleme hedefleri ile bu plan uyumlu hale getirilebilirse, bölge de, dünya da, rahat bir nefes alır. Türkiye ve AB’nin ortak hareket edebilmesi halinde ortaya çok ciddi bir sinerji çıkar. Bu sinerji ülkeler arasındaki gerilimleri ve düşmanlıkları azaltır.  Bu planın hedefinde; balkanlardaki fakirlik,  işsizlik ve yolsuzluğu önlemek olmalı. AB bölgeden ihraç edilecek her çeşit mala kapılarını sonuna kadar açmalı,  batıya yönelik göçlerin önüne ancak, işsizliğin azaltılması ile geçilebilir.   Son söz  olarak şunu söyeyelim. Kosova’da  bir hafta önce Sırp politikacıyı öldüren savaş kışkırtıcısı karanlık güçlerin  tuzaklarını bozmanın tek yolu, refahı artırmaktır.